1750 Adetten Fazla Türkiye'nin En Güzel Villa Modelleri İçin Resme Tıklayabilirsiniz..

Mimari Mirasın Korunması Üzerine Gözlemler!

Toplum kültürünün yapısının doğasını, sınırlarını en iyi gösteren işaretler fiziksel olgulardır. Yani gözle görülenler. Düşünce, bilim ve sanat yapıtları daha incelmiş ve bilgiyle donatılmış bir dikkat ister

Toplum kültürünün yapısının doğasını, sınırlarını en iyi gösteren işaretler fiziksel olgulardır. Yani gözle görülenler. Düşünce, bilim ve sanat yapıtları daha incelmiş ve bilgiyle donatılmış bir dikkat ister. Mimari ve kentsel yapı insanların yaşamının doğrudan çerçevesini oluştururlar. Doğrudan farkına varılanlar arasında çöp, trafik ve insan davranışları da sayılabilir.Harap ya da kötü restore edilmiş tarihi yapıtlar, çirkin apartmanlar, yerlerini terk etmiş konaklar, yalılar, belirli bir duyarlık düzeyine erişen aydınlar için, her zaman rahatsız edicidir. Fakat eskinin kültürel ve bazen yaşamsal olduğu savlanan varlığı yanında ondan daha güçlü bir de “yeni” kavramı var. İletişimin gelişmediği çağlarda yaşamın her alanında “yeni” irkiltici idi. İslam’da “yeni” bi’dat’tir. Reddedilir. Fakat bu, daha başından bu yana birbirlerinden farklı camiler, medreseler, türbeler yapılmasını ve İslam mimarisi denilen ve bugün bütün İslam tarihinin övünülen görkemli yapı geleneğinin yaratılmasına engel olmadı. Sinan, “eskiden böyle yapılıyordu” diye, değil eski Arap camilerini, Selçukluları bile taklit etmemiş. Sultan 1. Mahmut Nuruosmaniye’yi yaptırırken “bu farklı cami tasarımı bi’daf’tir diye düşünmemiş. Ondan sonra gelen sultanlar da giderek farklılaşan camiler yaptırmışlar. Şeyhülislamlar da “siz Peygamber sünrjpJirjrien.ıasjk ayrılırsınız?” dememişler. Türkiye’deki 100.000 eski kopyası caminin çoğunluf. estetik duyarlılığı gelişmiş olanlar için. zor tahammül edilecek çirkinlik kaynaklarıdır. Bunlar güya İslam geleneğine uygun olsun diye yapılıyor. Oysa asıl İslam geleneği, doğru yorumlanırsa, yeni yaratmadır. Eğer öyle olmasaydı o büyük sanat geleneğ: ortaya çıkamazdı. Bizdeki yeni camile: bütün geleneksel referanslarına karşın İslamın yaratıcı geleneğine bir hakaret olarak da görülebilir. Kuşkusuz sorun, niyetin iyiliği ile değil, yaygın bir mimari tarihi bilgisizliğinden, kavramsa bir boşluktan kaynaklanmaktadır. Bugün “yeni”nin statüsü değişmiştir. Çağımızın egemen kavramı “innovation”dur. Tüketim ekonomisinin ve reklamların desteği ile yani olmazsa olmaz”dır. Bunun dini bir yapıya yansıması yanlış yorumlanan bir geleneğin bilgisiz mimar ve kalfalar elinde üretilen çirkin kopyalarıdır.

Tarihi çevre ve tarihi yapı bilinç ve sevgiye dayalı sürekli bakım gerektirir. Bu bakım para kazanma kapısı değildir. Onun için bu genelde devlet tarafından yapılır. Para kazanmanın en önemli başar sayıldığı bir ortamda bir camiyi koruyarak kazanabilinecek para, yeni cami yaparak kazanabilinecek paradan çok azdır. Kuşkusuz bir restorasyon yapanlar da emeklerinin karşılığını alırlar. Fakat koruma denilen bu kültürel etkinlik ihale hoyratlığına tahammül edemez.Peki Batı dünyası, korumayı gerçekleştiren uygar ülkeler para ‘KaTonmrdVyefıne’nanğı çekici şeyi koymuşlar? Avrupa kültürü kendi ugarlığının temsilcisi olarak kabul ettiği fiziksel çevreye simgesel bir değerkazandırmıştır. Kendi yarattığı garlığm en büyük uygarlık olduğu inancıyla, bu uygarlığın yarattığı sanat vemimari ürünlerine kendi 19. yy “miyetçiliğini ve kuşkusuz Batılı megalomaniyi destekleyen, en büyük simgesel uygarlıkolgusu statüsü vermiştir. Onun için Avrupa’da “eski”ninstatüsü “yeni” kadar itibarlı olmuştur.

9. yy’dan bu yana bu “eski” edebiyatla : yüceltilerek, 20. ve 21. yy’ların en çok gelir getiren turistik metalarından birine dönüştürülmüştür. Bugün bütün bu statünün farkındadır. Türkiye’de de farkına varılmıştır. Fakat, camiiler dışında para getiren bir etkinlik olan turizmin bir kültürel etkinlik olan koruma ile karıştırılıp para kazanma adcına indirgenmesi en önemli kültür lirasını bile tehdit etmektedir. Avrupa kültür mirasını korumuş, sonradan turistlik amaçlara hizmet etmesi temel karakterini değiştirmemiştir. Temelde koruma bir uygar kimlik tanımından kaynaklanmaktadır.. Bizde ise pek çok ve kaygısız insan Sultanahmet Camii de para kazanma aracına döndürmeye çalışmaktadır. Floransa’ya, Bologna’ya, Paris’e, Heidelberg’e ya da Oxforda gittiğiniz zaman, Türk kentlerinde benzer bir bilince sahip lisanların oturmadığını anlıyorsunuz, İstanbul böyle bir tarih kimliğin olgusundan ve bu kimliğin, her gün yıkmaya uğraştıkları yapılardasadığından haberi olmayanların kenti.

İnsanın yarattığı çevre yaşamsal diklere uymak için değişmek,yenilenmek zorundadır. Tarihi anıtlar da yenilenir. Örneğin hemen hiçbir camimizde özgün boyalı bezeme kalmamıştır. Minareler boyuna yıkılıp yapılır. Pek çok yapının örtüsü büyük tamir geçirmiştir. Fatih Camisi gibi yeniden yapılan camiler de var. Bütün yapıların kullanımı değişir. Aya İrini Kilisesi önce silah deposu, sonra müze, şimdi de konser salonu olmuştur. Müze ya da kitaplık olan medreseler, kervansaraylar, kaleler geçerli uygulamalardır. Avrupa’da saraylar, şatolar, büyük malikaneler otel olarak düzenlenir. Bu her yapının çok işlevli olma potansiyeli olduğunu, mekân denilen şeyin, basit ya da kompleks, esnek bir araç olduğunu gösterir. Her yapı değişik amaçlara tahsis edilebilir. Bu gözlemler “tarihi yapıları değiştirelim” çağrısı değildir. Tarih boyunca, yapıların içinden geçmiş oldukları değişiklikleri anımsatmak amacı taşıyor.

Tarihi yapı ne zaman değişir? Çağdaş Türk kültüründe “koruma”, önceliği olmayan, kavramlaşmamış ve içeriği topluma mal olmamış bir konudur. Gerçi Türkiye’de çağdaş dünyanın pek çok sorunu da açık seçik kavramlar olarak kültürümüze katılamamıştır. Fakat boyutları bilinmese bile bazı kavramlar toplumun pozitif empatisine sahiptir. Örneğin tüketim, turizm, yeni mimari böyle bir sempati odağı olmuşlardır. Ama târihi çevre koruma devlet başkanından bürokrata, belediyeden halka negatif empati beslenen bir konudur. Batıdan ithal ettiğimiz bir bilgi alanı olan tarihi çevre koruma kamuoyuna mal olmamıştır. Çünkü çağdaş uygarlığın en üst düzeyinde ve gelişmiş bir felsefi ve estetik duyarlığın varlığına dayalı bir alandır. Avrupa’nın sanat geleneğinin beslediği bu estetik duyarlık, resmi, heykeli olmayan, musikisi ve edebiyatı gelişmemiş Türk kültüründe çok güçsüzdür.Ülkemizde tarihi çevrenin ve mirasın korunması için gerçek bir kaygısı olanlar küçük bir mimar, şehirci ve aydın grubudur. Bunların söyledikleri ve yazdıkları uygulama alanını yönlendirmez. Çoğu kez sorumlular tarafından bir baş ağrısı olarak yorumlanır. Bu alanda gerçek ilerici tutumun koruma olduğu bilinci henüz toplumda oluşmamıştır.Oysa anıtların bakımı, özellikle tek yapı restorasyonu bağlamında, Türk kültürünün yabancı olduğu bir şey değildir. Bizim büyük anıtlarımız hep vakıf olduğu için bütün vakfiyelerde yapıların bakımı öngörülmüştü. Fossati kardeşler Ayasofya’nm restorasyonu için İstanbul’a davet edilmişlerdi. Leon Parvillee 19. yy’da Bursa anıtlarının restorasyonunu yapmıştı. Tarihi Osmani Cemiyeti’nin İstanbul anıtları için bir arşivi vardı. Vakıflar İdaresi’nin Mimar Kemalettin Bey’den başlayan Saim Ülgen’le devam eden bilinçli restoratörleri vardı. Kemalettin Bey Kudüs’te Kubbet-es-Sahra’nın çini restorasyonunu yapmıştı. Nihayet 1951’de, Demokrat Parti döneminin başında Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nu kuran yasa çıkarılmıştı.

Türkiye’de pek çok kültür sorunu gibi çevre sorununun bazen bir felaket haline dönüşmesinde üç temel neden vardır: Toplumsal bilgisizlik (Bu bürokrasiye ve öğretime de yansımaktadır); kent ve yapı yağmasının toplumun en büyük parasal kazanç kaynağı olması; bilgi kirliliği.Bunların bugünden yarma düzelmesi beklenemez. Toplum kültürünün genel gelişmesi içinde yavaş bir bilinçlenme ve ona tekabül eden bir kurumlaşma ve örgütlenme süreci içinde oluşması gerektiğini şimdiye kadarki deneylerimizle öğrendik. Avrupa’yı izleme yani çağdaşlaşma çabası bir koruma yasasının çıkmasına olanak verse, hattâ bu bazen tek bir kişinin inisiyatifi ile olsa bile, yasayı çıkaranlar uygulamayı gerçekleştiremezler. 1951’de Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nu kuran Partinin başbakanı Adnan Menderes 1956’da İstanbul’u imar etkinliklerine başladığı zaman Kurul’la Başbakan arasında bir sürtüşme başladı. Ve Kurul’un kararlarına karşın yürütme devam etti. Çünkü tarihi çevre koruma kavramı henüz toplumun anladığı bir şey değildi. Ne var ki o dönemde toprak ve inşaat spekülasyonu şimdiki gibi her şeyi gözden çıkaracak ağırlıkta değildi. Her şeyi yapılaşmaya feda eden aşama 1980 sonrasının hediyesidir. Büyük anıtlar dışında tarihi dokunun yok olması da ağırlıklı olarak o dönemden sonra hızlanmıştır. Kuşkusuz sorun yalnızca kişisel ya da politik değildir. Kente göç eden Anadolu insanının tarla ile eski mahalle arasında bir fark görmemesinin, İstanbul’a sahip çıkamamasınm ve demokratik oyun bir meta olarak muamele görmesinin sonucudur. Kente göçün yoğunlaşmasından sonra, toplumu sarsacak üç olgu paralel olarak gelişmiştir: plansız kentleşme; arsa ve yapı spekülasyonu; demokrasinin oya, oyun küçük çıkarlara indirgenmesi ve bunu kolaylaştıran bir politik söylemin Cumhuriyet düşmanlığı olarak şekillenmesi.

Gerçi bu yalnızca biçimsel bir tutumdu. Ve bu davranış Cumhuriyet tarihinde taklit olarak ancak 1980’den sonra gelişmiştir. Yine de kavramların ve kurumlaşmanın Avrupa’daki statüleri ve içerikleri ile ilişkileri kuşkuludur. İlk Anıtlar Kurulu’nun 17 yıl üyeliğini ve son iki yıl başkan yardımcılığını yapan ve Türkiye’de ICOMOS’un kurulmasına yardım etmiş ve Türkiye’yi yıllarca yurt dışında temsil etmiş bir uzman olarak, Türkiye’de bürokrasinin tarihi miras ve koruma sorununu öğrenmediğini ve ilgi duymadığını da biliyorum. Her zaman birkaç bilgili, duyarlı ve sorumlu kişi olması genel durumu değiştirmiyor. Türkiye kentleştikçe, kalabalıklaştıkça ve yaşam paraya yaşlandıkça durum daha da kötüleşerek devam ediyor. Benim 1966-1971 arasında hazırladığım altı koruma planı raporu ve çalışması hiçbir koruma uygulamasına konu olmamış ve o zaman korunması öngörülen ve kurulca onaylanan sitler bugün bütün tarihi doku özelliklerini yitirmişlerdir.

1983’te tarihi çevre korumanın spekülatif yapılaşmaya, hiç olmazsa tarihi kent dokusu ve tarihi yapı bağlamında, koyduğu kısıtlamaları ortadan kaldıracak yeni bir koruma yasası Turgut Özal rejiminin doğasına uygun olarak çıkarıldı. Okuyup bilinçlenmemiş bir toplumun tarihi mirasının korunması bağlamında acıklı sonuçlar getiren bu yasa, her şeyi para kazanmaya indirgemiş bir ilkel kapitalist davranışın en çıplağı olarak kentlerdeki çarpık yapılaşma olgusunu tarihi dokuya da sıçratmıştır. Eğitimsiz bir tüketim toplumunun kırsal nitelikli kültüründen bir Süleymaniye konağını korumayı beklemenin boş bir hayal olduğu kanıtlanmıştır. Kentlerin tarihi dokuları yok oldu. Restorasyon en az fiyat verenin ihaleyi kazandığı bir bilinçsiz sürecin kurbanı oldu. Restorasyonların büyük bir çoğunluğu adi tamire dönüştü. Koruma felsefesini savunacak ve bilimsel koruma kavramını yerleştirecek kurullar yerine sayıları artan kurullara kent koruma ve mimari restorasyonla hiçbir ilgisi olmayan bir takım diplomalı gayriuzmanlar üye oldular. Hitit çağı arkeolojisi uzmanı ya da doktorasını Selçuk çinileri üzerinde yapmış bir sanat tarihçisi ahşap yapı restorasyonu ya da sit koruma üzerinde uzman görüşü bildirmeye başladılar. Her şey birbirine karıştı. Türkiye’de bugünkü yasal koşullarda tarihi çevre, tarihi yapının korunması yalnızca bir tesadüftür. Kurulda bulunan gerçek bir uzmanın çabası sonucu doğru karar verilebilir. Fakat bu olasılık azdır. Doğru bir restorasyon uygulaması şansı ise daha da azdır. İlginç olan bu durumun insanların kötü niyetlerinden değil, cehaletlerinden kaynaklanmış olmasıdır. İstanbul’un tarihi kent statüsünün UNESCO tarafından sürekli sorgulanması bunun sonucudur. Baraj yerlerinin eski sitler üzerinde seçilmesi, sorumluların bundan hiç kaygılanmaması bunun sonucudur. Karadeniz sahil yolu bunun sonucudur. Divriği Ulucamisinin eşsiz Taçkapı yontularının son on yılda yüzde 20’sinin zarar görmesi bunun sonucudur. Bu kolektif bir cehalet gösterisidir.

Yinelemekte yarar var. Kent ve yapı yağmasının toplumun en büyük parasal kazanç kaynağı olması nedeniyle kültürel endişe ve bilimsel sağduyu bu alana egemen olamıyor. Fakir bir ülkede buna karşı durmanın koşullarını daha keşfedemedik. Bu, ülkedeki benzer çarpık gelişmelerle paralel bir durumdur. Türkiye’de üniversitenin yerini gazete, dergi ve internet aldı. Bunlar bilimsel değerlendirme yeri değildir.

1951’den bu yana 60 yıl geçti. Fakat toplumun çoğunluğu için tarihi eser camiler ve bir iki saraydır. Bu içeriksiz anlayış yeni yapılan çirkin bir camiyi de tarihi yapı statüsüne sokuyor. Bu bilgisizliğin yarattığı bir kirlenme ve semantik yozlaşmadır. Gerçi tarihi eser ve tarihi sit kavramları, içerikleri iyi anlaşılmasa da toplum bilincinde yerleşmiştir. Fakat bu olumlu bir tepki için yeterli değildir.

Çünkü bir tarih bilincine, bir sahip olma bilincine ve tutkusuna dayanmıyor. Bizde halk ve kuşkusuz Belediyeler trafik kurallarına ne kadar uyuyorlarsa koruma kurallarına da o kadar diyorlar. Türkiye’de yaygın olan ve resmi sorumluların da boyuna yinelediğine göre inşaatların yüzde 60’ı kaçakmış. Kanımca uluslararası koruma kurallarına aykırılık ondan aşağı değil. Kuşkusuz bunların başında, kentsel sitlerden başlayarak geniş sit alanları geliyorvor. Bunun nedenlerinin başında yukarıda değindiğim kentsel spekülasyon geliyor. Bunun bileşenleri Her durumda da değişik olabilir. .anların çok kısıtlı olduğunu da emek gerek. Bir okuldan mezun uzman olmak değildir. Çünkü tarihi eser restorasyonu uygulamada ve bilgili insanların yanında öğrenilir.Okuldan mezun olan ne mimardır, ne de filozof. Türkiye’de bu uzmanların yetişmesi için yeterli olanak yok. Çünkü İmalına uygun proje ve uygulama sayısı sınırlı. Büyük camilerin artık klişeleşmiş restorasyonları dışında, özellikle Ortaçağ yapılarının restorasyonu bazen utanılacak kadar yetersiz. En ucuz yapana işler verildiği restorasyon alanında uzmanlaşmış firmalar yok denecek kadar az.

Tarihçileri, inşaat mühendisleri, malzemeciler, jeologlar, kent plancıları, peyzaj mimarları, hukukçular ve ekonomistlerin danışmanlığına gereksinimi vardır. Yapı restorasyonu, bu alanda yetişmiş, mimari tarihi bilen restoratörlerin sorumluluğunda yapılması gereken bir etkinliktir. Bu, mimari ve estetik nitelikli bir tasarım çalışmasıdır. Kurullarda ve yapılara ilişkin raportör çalışmalarında tasarım yapmasını öğrenmiş, deney sahibi restoratör mimarların işini sıradan mimar, arkeolog, sanat tarihçisi, şehirci yapamaz. Fakat bugünkü yasalar bu sorumluluğu herkese dağıtmaktadır. Parmak hesabı ile bir ülkenin tarihi yapı zenginliği korunamaz. Kurulların yapısı restoratör mimarla öteki danışmanların rollerini doğru tanımlayacak şekilde değişmek zorundadır. Doktor uzmandır, kimyager uzmandır, jeolog uzmandır, mühendis uzmandır, şehir plancısı uzmandır, klasik arkeolog uzmandır. Mimari restorasyon da bu alanda uzmanlaşmış mimarların sorumluluğuna ve kararlarına gereksinimi olan duyarlı bir uygulama alanıdır. Türkiye’de restorasyon alanı dengesini yitirmiştir. Bu durum yasal olarak yeniden düzenlenene kadar restorasyonlar bazı rutinlere uyarak ha babam sistemi ile yapılacak ve tarihi mirasımızı harcamaya devam edecektir.

YAPI

Hakkında: SerMimar

Osmanlılarda mimarbaşı, SerMimaran-ı hassa. osmanlı hanedanının ve büyük devlet adamlarının yaptıracakları binaların projelerini yapmak ve bunların uygulanması için gerekli mimarları, teknik elemanları atamak, büyük kentlerdeki mimarları atamak, hassa mimarlarını yetiştirmek, kent ve kasabalardaki bütün mimar ve ustaların kayıtlarını tutmak SerMimar'ın görevleri arasındaydı.

Ayrıca...

Vefat Duyurusu: Mimar Cengiz Bektaş’ı Kaybettik

SİNAN ÖDÜLLÜ MİMAR, MİMARLAR ODASI 41.DÖNEM MERKEZ YÖNETİM KURULU ÜYESİ CENGİZ BEKTAŞ’I KAYBETTİK.. Mimarlar camiası …